Yaratılmış varlıkların çift çift gemiye bindirildiği o yağmurlu çamur gecesinde ben hiçlikten hayatta kalıp vücutsuz ve de anlamsız yaşadım bir zaman. Büyük su salın Klamdağ’a oturduğu o gece, ben kızıl toprağa serpildim. Etrafımı saran yeşil sisten, içime sinen nar kokusundan buranın cennet ülkesi olduğunu anladım.
Rayzan Dimilî
Bu ülke, ‘Warên Çiya’ derler adına, Leviathan'ın sivri dişleri arasından fışkıran yeşil salyalar içinde ürkütücü bir kükreme ile oluşmuş. Ben oradaymışım, görmüşüm yaratılış sürecini ve her şeyi. Sefaletin yarım sürdüğü hoyrat bir zaman dilimi olan kıyamet bir günmüş. Leviathan'ın şevkinden boşanıp savrulduğu, karanlık, hikayesiz bir gece yarılarak doğmuş. -Hepsi yalan elbet! Kükreme falan değildi oluşum. Gizemli efsanenin âsın balyozu ve alevli meşalesi aydınlattı bizi. Ateş vardı. Fakat alev efsaneyi aydınlattığı gibi aydınlatamamıştı kendini, zaten gizemi de ışığı kadardı. Gözlerinden alev saçan, kambursuz ve rahimli bir insandı o aslında. Efsane Leviathan'a haksızlık yapmasın diye önce yılanın ejderha olmasını uzunca beklemişti. Muhtemelen, yanından götürülen o ciwan bilinçlerin yok edilmesine karşın, hayata bağlılık adına, acı ve ona dayanma gücüyle sürdüremezdi daha fazla günah işlemeyi. O, keskin acıya tahammül ederek, yaşamın sertliğini ve inatçılığını sergiliyordu; şöyle son bir kez titredi, süzülürken gövdesi şişti, ateşler içinde gözlerini açtı ve ıslak dudaklarının arasındaki uzun, ince ve kemiksiz dilini kaldırıp ülkenin ismini söyleye verdi, ‘Waren Çiya’ diye. Ben oradaydım, duydum her şeyi ve o güzel ismi. Leviathan o gün sedir ağacı gibi yere düşerken, kafa ve omuz üstündeki yılanlar al-acele sığınacak mekan aramaya çalıştı.
...
Rahimli’nin kabarcıklarından ülkenin dağları, vadileri, nehirleri, ormanları hâsıl oldu ve bu ülke böyle vücut buldu. Dağlarının üzerinde her daim nar kokulu dumanlar tütmesi ve ormanlarının içinde sünmeyen alevlerin olması bundandır. Rahimlinin toprağını bereket ile simgelemesi bundandır. Efsane'nin evreni hizaya getirip tekrar nizama koyamadığı günlerdi. Ve ardından ülkenin payına vahşi canavarlar, çürümüş elmalar, telef hayvanlar, fani mahlûklar düştü. Bilumum mahlûkat derimden arındı, ruhum sızlandı ve ben yeniden dirildim. O yaradılıştan günümüze, dağınık bir hikaye ve azap bir hayat kaldı; hep söyleyip te süslediğimiz büyütüp de küçüldüğümüz bir 'yokmuş' masalı yani.
...
Aslında, yaradılış denilen oluşum zekayı aşan ve akla ziyan satılık mahlukların kefaletiydi bize kalan. Biz, yani büyük karanlıktan sonra kurulan fani mahlûk suretinin en dibindeki azap sürüsü devrana da tanıktık, kervana da. Orası tamda bir meydan pazarı görünümdeydi. Ve asıl yücelik ile cücelik o vakit başladı. Ben oradaydım, yaşadım her şeyi ve o huzur veren ölümü. Her şey burada tamamlamakta ve yok olmakta, her şey burada bozulmakta ve toz olmakta, yaratılmış yıkılmakta ve hep yeniden başlamaktadır. Bir nehir gibi dar ama canlı akmakta. Yeniden 'ol' başka oldu. İşte doruk ve dib; ikisi burada birleşmişti. Doruk ve dib, her ikisi de aynı tecrübe ve farklı içerikten geçti, fakat aynı hedefe yönelmedi. Yücelik dibe vurdu, cücelik ise doruğa çıktı. İkisinin birleştiği alan ise kıyametin şer meydanı olan mekanda piyade alayı sıraya geçti. Bütün bunlar 'tanrıların işi' değildi. Mahlukun zekası ermişti kahıra. Dib, benim kişilik ve çeşitliliğimde, cevhere dönüş düşüncesinde, öfke ve ufkumda söze dönüşüm için anlam vermeye 'dolaylı' bir göndermeydi aslında. Halbuki, doruk ta hayatın kabul edilmesinin ve vakitli yaşamın son bulmasının olurlanmasıyla, kendisiyle çelişik ve karmaşık çatışmayı tutkulu kılmaya 'dolaysız' bir gönderme içermişti. Yani doğru vakitte ölmeyi tercih etmeden ve seçmeyi bilmeden önce hayatın dibine varılamayan derinliğine düşmek zorunda kalmalıydım. Fakat kendiliğinden gelene kadar ölümü uzaklaştırmamı sağlayan neden, hayata inatla sarılmak olduğunu ve hayatın ne kadar derinini görürsem acıyı da o kadar görürüm düşüncesiydi. ''Ben benim, ben evrenim, öncesi-sonrası, yakını-uzağı olmayan zaman ve mekanım’ deyimi, adeta beni kendime çağırıyordu. Anlamın bittiği yer ile gök arasındaydım. Mutlak yalnızlık 'ya yardan ya serden' geçiyordu. Eğer yalnız olmak istediysem de, ilk başta aşkın azaba dönüşmesini beklemeliydim, yoksa hakikat serüvenine eremezdim. Sadece azabın çekilmesi değil, arzuların da birleşememesidir aşkları yaşatan günah. Kendimi ifade edemediğim bir zaman dilimine kadar azap çekmenin bile zevk getiren yaşamın önemini tam olarak bilmiyordum. ''Zevk, yarım bilmektir'' deyimine uygun yanılmadığımı sezdim ve inatla yaşamaya karar vermemle birlikte, ondan aldığım hazın ne kadar derin bir zevk olduğunu acı çekerken fark ettim. O azap veren ızdırab halen acımazlığını büyük bir şen içinde sürdürüyor.
...
Yalan, karşıda yarım boy gebeş sıska çüklülerin alevli tükürüğünden ibaretti. Onlar dökme kurşun biçimsiz duruşta, azapsız ve kurnaz beyaz tilkilerin tuzlu terinden ibaretti. Meydanın öte yanındaki kafalı, zalim avı gövdeli karında, kambur sırtlı, kan sever mahlukların büyük yalanlarından ibaretti. Az ötedeki bakire rahimli ise yarısı hamile, yarısı uzanmış kaplana ve tamda devenin gözlerine benzer gözleriyle bana işaretti. Yani alıcı sezileriyle öylece süzüyordu beni, ona sarılmak, yüzüne dokunmak, onunda beni kucaklamasını, sarıp sevgi ve ilgi göstermesini masumca günah işlemesini bekliyordum.
...
Kıyamet karanlığından sonraki 'ol' yaradılışa tanıklığım beni aydınlattı mı? Yok, ne gezer! Göz kamaştıran çeşitli evrenin bir toz zerreciğine sığınıp yittirdiğim sözler, ateşli efsanenin keskin bir engeline takılıp gittiği demleri gördüm, belki hiçlikten kurtulduk ama derin bir piçliğe bulaştık. Fakat zifiri günahın 'piç'e yüklediği mana, cevherinden muazzam bir sıyırmaydı. Başkalarını ağır ağır uyandırıp, bize korkulu bir huşuyla bakanın beyaz paryaları vardı da onu muteber mi kıldı? Bizi koca bir deftere alan, temize çeken büyük efsane defterin ilk satırına yazdığı ilk cümle, ağır mı ağır bir küfür zikretmekten korktuğum bir bedduaydı aslıda. Saadet içinde yaşayan iyi meleklerin anlattığına göre, büyük efsane bundan önceki ilk kelimeme ve dirime övgü oldu da, ne oldu? İyi meleklerin saadetlerinin gerçek nedeni kendilerini var edene olan bağlılıkları ise kötü meleklerin sefaletinin nedeni de onların 'ol' diyen ışığa yüzlerini dönmüş olmaları ve baktıkları yönde kendilerini yüce birer oluş görmelerinin temel sonucu olduğunun farkına varmaları mıdır? Belki de öyledir. Fakat dibe vurma, dibe girmeye neden olan cüce iradenin ta kendisi olduğunu yarım da olsa biliyorum. Çünkü sefaleti yaşayan melekler de dorukta yaratıldılar, lakin kendi cüce iradeleriyle dibe vurdular. Cücelik onların tabiatından yaratılmadı, onların tabiatı zaten doruktu. Dib isteyerek doruktan mesafe almanın bir sonucuydu, işte bu sebeple dibin nedeni doruk değildir, yüceden isteyerek kopmaktır, ayrılmaktır.
...
Bütün küfürler şahsıma geldi, sefillik içinde rezil olmakla kepazeliğin züppe soytarısı saadeti nasıl yaşar? Rahimli, ilk kelimem 'insan'dır, demiş ve iyi melekler piroz kalemini bataklık içindeki çamura batırıp, o ne demiş ise onu yazmışlardı kutsal efsaneye. Çüklülerin diyarında insan, ‘pislik’ içinde 'piçlikle' boğulmak demekti ki, başkasına ‘insan ol’ diyecek kadar gözü karartan çüklü varlıklar asırlar boyu sürecek olan şeri göze almışlardı. Ve alem şere, kıyamet kana, ben ise zifiri günaha bulandım.
...
İnsan kendine ve ismine çok yakıştı, çeşitli ve pek tuhaf bir yaratık olarak zekasından önce zuhur etti. Efsanesinin yeganeliğini canlandırmak amacıyla evreni kendi dünyasıyla daralttı. Zaten bütün varlıkları çift yaratma özelliğinden ötürü, insanda iki cins olarak yaratılmıştı. Bir yanda çüklüler yani kamışlılar öbür yanda rahimliler yada erikler vardı. Çüklülerin dışına rahimlilerin içine güç verilmişti. Rahimliler saadetliydi, güzeldi, rahimdi, yani insanın kendini en güvenli ve huzurlu hissetici ortam içinde sürekli canlı kalıp dış dünyanın gerçeklerinden soyutlandığı tek mekân rahim. Ama çüklüler sefaletti, fenaydı, püşttü, onları nizama getirmek ve zapt etmek hiç te mümkün değil. Ne kadar dil dökersek dökelim, nice hakikatler zerk edersek edelim onlara çük adabını ve ahlak kaidesini öğretemedik maalesef.
…
Hakikat gitti mi de sefalet gelirdi, başta toprak murdar olan sedir ağaçlarını kutsardı, çünkü doğanın kuralı buydu. Uzun zaman hayat kıyamet içinde yaşandı. Gizemli efsane baktı çüklülere izah işlemiyor, hakikat üzerinden salıncak gibi kayıp gidiyor son felaketini gerçekleştirmeye koyuldu; şöyle son bir kez titredi, süzülürken gövdesi değişti, ateşler içinde gözlerini açtı ve ıslak dudaklarının arasındaki uzun, ince ve kemiksiz dilini kaldırıp ülkenin ismini söyleye verdi. Asın balyozu ve alevli meşalesi aydınlattı bizi. Ateş vardı. Alev efsaneyi aydınlattığı gibi hakikatı yeniden açığa çıkardı. Ama ilk mahluk kıyametin felaket sularında boğuldu.
...
Yaratılmış varlıkların çift çift gemiye bindirildiği o yağmurlu çamur gecesinde ben hiçlikte hayatta kalıp vücutsuz ve de anlamsız yaşadım bir zaman. Büyük su salının Klamdağ’a oturduğu an, bende 'Waren Çiya' ülkesine, kızıl toprağa serpildim. Etrafımı saran yeşil sisten, içime sinen nar kokusundan buranın cennet ülkesi olduğunu anladım. Saadet içinde rahim bir melek, önüme suyla hava koydu ve kusursuzca ikisinden birini tercih etmemi istedi. Seçenekler arasında ateşli bir şeyin bulunmaması hiçte hoşuma gitmemişti. Bilirdim, ateşin sıcakkanlılık, havanın iyimserlik, suyun soğukkanlılık ve toprağın masumiyet olduğunu. Bütün bu elementler hakikatın en yalın cevherleriydi. Efsane içindeki melek; ''Merak etme burada ömrün kısadır, zaten her şey buharlaşacak'' dedikten sonra, avucumun derin hatlarına işlenmiş zifiri günaha dalıp, elimi havaya buladım.
…
O günden sonra hava özelliğimle yolculuklar eşliğinde Rahimlinin yalnızlığına şahitlik yapıp sayısız söz topladım. Ancak biriktirdiğim bütün sözleri kendimden başkasına anlatamadım. Dilim bağlanmıştı, fakat Klamdağ'ın tüm meleklerine verilen hikaye anlatma cesareti esirgenmişti benden. Hacmime mahkûmdum. O yüzden doruğa varıp insanların arasına karışamadım. Yıllardır süren dengesiz şerde, edebi bir suskunluğun, bir yarı görünmezliğin esiri olarak, kesif bir kara bulut kafilesi halinde semalarda dolaştım hep. Sadece bana ait bir yalnızlığa doğru, tek renk tek bir söz ile ebediyen işlenen günahları kuş bakışı seyredip kahroldum.
…
Çeşit çeşit yerlere alınan türlü türlü fani mahluk züppeleri o yerleri çok geçmeden aslı astarı sökülecek soytarı kelamlar zerk etmeye hazırlanırken; ben içimi kasıp, dışımı çatlatıp, sessiz gülüyor, gırtlak patlatıp kendime ağlıyordum. Sonra gözlerimdeki ışıkları söndürüp, o fanilerin günahlarını zifiri tutuyordum.
...
Ben, ne kadar çığlık çığlık anladım da, sözlerim duyulmaz, ben erişmez oldum. Hâlbuki körlere ışık gözlerim, dilsizlere kelime cümlelerim, sağırlara ses duyularım, aksaklara denge yürüyüşlerim, fani cümle bahtsızlara baht biçebilecek nice sözüm vardı. Hepsi bende, defterimin iç satılarında kaldı.
…
Bağlanan sadece dilim değildi, üstelik kendime bağlanmış, adeta yapışmıştım. Etrafım çok, ama tektim. Yalnız, ama kalabalıktım. Nereden ve ne sebepten üzerime sıvandığını anlayana dediğim bu lanetli yekparelikten bu şer haksızlıktan yakınmaya hakkım yoktu. Geçmişin meçhul kölesi; büyük evrenin paryasıydım. Ne kadar zamandır, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutlar kafilesinde semalardayım? Bu azap beni üzse de zevkle yaşatıyor.
SANA SUNULAN KEYFİYET BANA ZİFİRİ GÜNAHTIR…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder